Çok istersin de birşeyi ama o olmaz ya bazen. Basitçe, efendice, usulcacık olamaz işte. Hiçbir şey de edemezsin hem de. Sebep sonuç bağlantılarını fazla kurcalamak bozuverir her şeyi. Kaderi kabul değişik bir güç verir bu anlarda ama yine de isyan edemeden duramayacağın öyle özneleri vardır ki en acı hatıralarının... O soğuk İsveç takımıyla yaptığımız rövanştaki kara gömlekli Fransız gibi. Nasıl da vermemişti golümüzü daha en başta. Nasıl da gitmişti o maç ve tur ve Devler Ligi. Nasıl vurulmuştu çok kişi kalbinden ve beyninden ve ben nasıl da üzülmüştüm tek basamaklı yaşlarımda daha. Yaşım sayı doğrularına sığmamaya başlamışken bu kez, 3-0'dan 3-3'e gelen Valerenga bozgunu nedense çok koymuyor. Gece yarısı tesislerde Şifo'nun, ilk yarı bitince okula gideceğinden uykuya yatırdığı çocuğuna sabahleyin ona sevgilisinin ettiği dillere destan kötülüğü nasıl söyleyeceğini soran babayı dinlerken başını öne eğişi daha çok acıtıyor içimi. İçinde türlü Vezüvler patlarken kızamamak bu olsa gerek. Birini, bir şeyi seversin ya neden aramaksızın; arkadaş, eş, dost. Kızdırsa da seni gözlerine bakarsın en çok dudağının kenarında teessüflerini ileten şeytani bir kıvrımla, için elvermez herhangi biri gibi cevaplamaya, bağırmaya, çağırmaya. Öyle oldu işte o gecede ve sonraki çok gecelerde 25 bin aşığının önünde onları aldatan için. O dönemlerde daha hiç tanışmıyoruz onunla bu arada, ne acayip şey. Bir gün çakıştıracağın doğrular nasıl da paraleller uzay düzleminde hiç kesişememecesine. Gerekçelendirilemeyen sevgisi iyice tutsak etmişken, aramayıp sormayıp bir anda gelen uzaktaki gibi, aklına düşmüşken sakin bir öğleden sonrası aniden ve ne patavatsızlıkla karşına çıkan gibi kalbine dokunur ve ısıtır. Başta ve sözde senin içindir bu, ama mahkumiyetini katmerlemekten başka da işe yaramaz. Sarhoş edici yanını görürsün aşkın, bu kez acıdan değil de sevinçten. İşte oradadır her şeyin koşulu ve sen zafere ve sonsuzluğa çok yakınsındır sanki bir dokunmalık mesafe gibi. Yorgunluktan hücrelerin acırken duyulan o sesin verdiği kadar en az güçlenirsin, canlanır ruh ve beden. Yüzyıllardan beri son iki kayıp parçasını bekleyen yapbozun özledikleridir İnönü ve Boğaz. Birinin martılarının çığlıkları, diğerinin aşıklarının çığlıklarına karışır zaferler yaşanırken. Ama o çığlıklar öyle bir karışır ki, hiç de bilemezsin. Aç kalan martıların çığlığı, yıllardır şampiyonluğa aç sevgililerin çığlığı, ambulans ve üçüncü çoğul şahısların arabalarının çığlığı farkına vardırır seni çok şeyin, uyandırır. Aşk bir zafer marşı değildir. İstediğin makamdan öyle bir şarkıdır ki, onun müziği ve sözleri gelince hasbel kader kulağına, tam da ortasında yakalandım her şeyin dersin. Hüzün esir aldığında bir kaç tekrardan sonra, iç içe geçersin zafer ve mağlubiyetle, artık buraların müptelasısındır. Yaşam gemisi ne tarafa çekerse o gün, dudağının sağ veya sol tarafını şeytanca yukarı kıvırmaktan başka bir şey edemeyecektir. Tutsaklık, kafandan alıp omzuna koyar her türlü yükleri ve bu insanı rahatlatır nedense. Günü geldi de, öyle çok üzdün ki sevdiklerini ama yine de daha da bağlandılar sana. Belki de sahte aşıkların uzaklaşıyor diye. En kötü günlerinde bile ağaçlı yolda yalnız yürümedin ve rakiplerin Dolmabahçe'nin kasvetli ve insanın ruhunu ezen ağırlığının üstüne bir de on binlerce sevgilinle dövüşmek zorunda kaldı ki, hiçbiri oraya galibiyet şarkıları söylemek için gitmemişti. Onun yolunun üzeri diye değiştirilen veya anlam kazanan rotalar kadar, sen de sürükledin sevenlerini haritaların köşelerine. Ama ne o beklenirken, ne de sana gidilirken karanlığı yırtmak için çalınan ıslıklar bir zafer şarkısı fısıldamadı rüzgârın kulağına ve bu yine de mutlu etti herkesi.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder